26 Nisan 2009 Pazar

Eşit Ayinler

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

Bayanların, akşam dışarı çıkmadan önce uyguladıkları çok özel bir hazırlanma ayinleri var. Her bayan için değişik sırayla giden bu ayinin değişmeyen tek bir parçası var: Zaman. Bayanlar güzel gözükmek için ayna karışısında çok ciddi bir zaman harcıyorlar. Biz erkekler de her ne kadar harcanan zaman ile sürekli alay etsek de gizliden gizliye bayanların süslenmelerni seviyoruz...çünkü bizim için süsleniyorlar....

....ya da biz öyle sanıyoruz. Gerçekten de bayanların, çevrelerine güzel görünmek kadar, kendilerine de güzel görünmek için makyaj yaptıklarını anlayabilmemiz için bir süre geçmesi gerekiyor. Tabii ki görünüş ile ilgili her şeyde (ayakkabı, elbise vs.) olduğu gibi makyajında ardından kaçınılmaz "Nasıl olmuş?" sorusuna maruz kalıyoruz.

14 Mart 2009 günü, Selin'in geçmiş doğumgününü kutlamak için Cihangir, I-Lounge'a gitmeden önce de bu tip soruya maruz kaldım. Tam da o anda dışarı çıkmak için fotoğraf makinamı hazırlıyordum. Bana bir kaç poz vermesini istedim ve fotoğraflarını çektim. Bu fotoğraf, o fotoğraflardan biri.



Tabii ki hazırlanma ayini ben bu fotoğrafı çektikten sonra devam etti. Ben de o arada bu resimleri bilgisayarıma aktardım. Ne de olsa daha vaktim vardı ve fotoğrafları işleyebilirdim.

Gerçekten de fotoğrafları "hazır" hale getirmek için herkesin değişik bir "hazırlık ayini" mevcut. Bu hazırlık ayinine "iş akışı"(workflow) deniyor. Yapılan işlem ve ardındaki niyet, bayanların "hazırlık ayini" ile aynı. Fotoğraf herkesden önce bana güzel gözüksün!

Ender'in İş AkışıSelin'in Makyajı

Fotoğraf makinemdeki bilgileri RAW biçiminde, düzenli bir şekilde bilgisayarıma aktarıyorum. Genelde aktarma yaptığım tarihle aynı isme sahip bir klasör açıp fotoğrafları o klasöre aktarıyorum. Ardından teker teker fotoğrafları hızlıca gözden geçirip, kötü çıkanları, netlikte sorunları olanları ve aynı pozun tekrarı şeklinde olanları siliyorum.

Bunun ardından fotoğrafların üzerinde gerekli tonlama, parlaklık ve renk ayarlarını RAW işleme programım(DPP) ile yapıyorum. Her fotoğraf ile ayrı ayrı ilgilenmek çok vakit harcadığı için, aynı mekan, ışık ve renk tonlarına sahip fotoğrafların ayarlarını tek bir tarif(recipe) düzenleyip, hepsinin üzerine aynı tarifi kopyalayarak gerçekleştiriyorum. Klasördeki bütün fotoğrafları işledikten sonra. Eğer HDR çekim yapmış olduğum fotoğraf grupları varsa, bunlar için aynı klasör içinde HDR isimli yeni bir klasör açıp oraya taşıyorum. Kadrajı ve teması gerçekten çok hoşuma giden fotoğrafların dosya isimlerini de sonra photoshop da işlemek için bir kenara yazıyorum.

Ardından klasördeki resimleri konularına göre seçip toplu bir şekilde JPG haline getiriyorum. Bu işlemi yaparken bulunduğum klasör içerisinde konuya uygun isimli bir klasör açıyorum. Batch Process menüsünde dosya tipinin EXIF-JPG olmasını ve fotoğrafın uzun kenarının 1600 piksel olmasını seçip, uygun bir dosya ismi ve numaralama şekli seçtikten sonra işlemi başlatıyorum. Bu sayede bütün fotoğrafları görüntülemeye ve paylaşmaya uygun boyuta getirmiş oluyorum.

Dosya numaralarını bir kenara yazdığım güzel fotoğraflarımı ise Photoshop'da RAW olarak açıp gerekli kontrast, renk ve ışık ayarlarını....ve daha fazlasını bu ortamda gerçekleştiriyorum.

Bu noktadan sonra çok yer kaplayan RAW dosyalarımı (yani dijital negatifleri) portatif harddiske aktarıp kendi harddiskimden siliyorum.

İlk önce temizleyip nemlendirdiğim cildime fondötenimi sürerim. Ben şahsen çok ince bir tabaka sürmeye çalışırım ki cildim hava alabilsin. Daha sonra allığı büyük bir fırça yardımıyla elmacık kemikleri üzerine sürerim. Sürerken gülümsemeyi unutmayın :)

En önemlisi kısıma geldik : Gözler ... Önce fon oluşturması için açık renk far sürerim. Sonra göz kalemiyle göz kenarlarımı dışından (gözleri büyük olanlar içinden) çerçeve çekerek far ile renlendirme kısmına geçerim. Önerim suluboya fırçasına benzer bir far fırçası ile renklendirme yapmanız. Önce açık renk sonra da gölgelendirme için koyu renk. Koyu rengi kaşınızın altındaki kemiğin üzerinden başlayıp sürün. Tercih size kalmış eğer isterseniz göz altı kapatıcısı da kullanarak gözlerinizin daha dikkat çekici olmasını sağlayabilirsiniz.

En son adım Rimel. Dipten uca kadar fırçayı özenle kirpiklerimde dans ettiririm. En en en son adım parfüm. Benim için kulaklar arkası ve dekolte kilit noktalar :)


Her iki iş akışı bittiğinde de ortaya çok güzel bir şey çıkıyor:



Çok güzel olmuşsun hayatım :)

Bir haftadır Almanya'da olduğumdan dolayı yazı yazamadım. Umarım arayı hızlı kapatabilirim.

Işığınız bol olsun.

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

14 Nisan 2009 Salı

Kullanım Kılavuzu Mk2

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

Bebekler inanılmaz şeyler. O kadar ufak ve bilinçsiz gözükmelerine karşın herşeyi anlıyorlar. Cin gibiler. Örneğin fotoğraf makinesini doğrulttuğunuzda hemen dönüp poz veriyorlar. Kuzenimin oğlu minik Berker'de geçtiğimiz günlerde bize yaptıkları ziyarette bana bir çok poz verdi.



Fotoğraflardan da anlayabileceğiniz gibi elektroniğe meraklı biraz. Birlikte Test Drive: Unlimited oynadık bir süre. Uzun bir süre değil. Çünkü dikkatimiz biraz çabuk dağılıyor.

Tabii ki Berker'in dikkati bir an geldi sürekli kendisine doğrultulan fotoğraf makinesine takıldı. Ben de Canon Eos 400d'mi boynumdan çıkartıp Berker'e verdim. Lensle oynayacağını veya LCD ekrana bakacağını düşündüm. Fakat Berker'in minik elleri fotoğraf makinesinin modlarını ayarladığımız büyükçe düğmeye gitti ve bir yandan bana bakarken bir yandan da o düğmeyi çevirmeye başladı.

Berker 5 saniye içerisinde sıkılıp bıraktı. Bilmiyordu ki ilk ilgisini çeken düğme aslında herhangi bir fotoğraf çekmeden önce atılan ilk adımı simgeliyordu. Gerçekten de bu Mod tekerleği (Mode Dial) bütün fotoğraflarımızın ilk adımını teşkil ediyor. Çekeceğimiz fotoğrafın sonucuna karar vermek aslında bu noktadan başlıyor. Her istediğimiz fotoğrafı her modda çekemeyiz. Çoğu modun kendine özgü teknikleri bile var. Kullanım kılavuzunda ise sadece bu modların çok kısa tanımlamaları anlatılıyor.

Bu yazıda kullanım kılavuzuna bir kaç ek yapacağım. Pozlama modlarını, ne manaya geldiklerini ve nasıl kullanıldıklarını anlatacağım.



Auto - Otomatik Mod

Sizin için herşeye karar veren mod. Eğer makinenizi sizi çekmesi için garsona, arkadaşınıza veya yoldan geçen birine verecekseniz hemen makinenizi bu ayara getirin. Alan derinliği, ISO, enstantane hızı gibi parametrelerle sizi meşgul etmez. Işığa bakar, eğer gerekliyse flaşı açar. Kısacası sizin yerinize düşünür.



Genelde başarılı sonuçlar verse de otomatik modu kullanmayı gururumuza yedirememek gibi bir saplantımız var nedense. Evet SLR makineler sayesinde fotoğraf çekmeyi sanat haline getirecek kalitede fotoğraflar çekebiliyoruz. Makinenin değişik modları sayesinde gerçekten fotoğrafın karakterini etkileyici bir şekilde değiştirebiliyoruz. Fakat çektiğimiz bütün fotoğraflar sanat eseri statüsünde olmak zorunda değil! Arkadaşlarımız ile eğlenirken, tatil yörelerini, tarihi mekanları gezerken anın tadını çıkarmak yerine, aperatür değerini kaç seçmek gerektiğin veya ISO'yu yükseltmenin gerekip gerekmediğini düşünmekle vakit geçirmek açıkçası angarya olabiliyor.

Ama evet! Ben de çok seviyorum o ayarlar ile oynamayı. Bana makinenin sahibinin ben olduğumu ve çektiğim fotoğraflarda bir etkim olduğunu hissettiriyor. Ben de pek kullanmıyorum otomatik mod'u. Fakat sebebi makinanın yaptığı seçimlere güvenmemem değil. Otomatik mod'u kullanmamamın bambaşka bir sebebi var! Otomatik modda çektiğimiz fotoğrafları maalesef RAW biçimde kaydedemiyoruz. Bu durumda çekmiş olduğumuz fotoğrafın temel tonlama verileri için makinemizin içindeki işlemciye güvenmek durumunda kalıyoruz.

Çoğu makinede Otomatik moddan önce gelen bir kaç mod seçeneği daha mevcut. Portre çekimi, manzara çekimi, yakın çekim, spor çekimi, gece çekimi, flaşsız çekim gibi. Bu ön ayarlı modlarda tam otomatik modun müdahele sınırlarını belirliyoruz. Örneğin manzara modunda aperatür genişliği kısık tutularak geniş bir alan derinliği sağlanıyor. Portre modunda ise alan derinliği olabildiği kadar dar tutulup arka plan objelerinin kadrajı kalabalıklaştırması engelleniyor. Açıkçası eğer ben manzara veya portre çekeceğim diye ayar düğmesini kaydırmayı düşünüyorsam, biraz daha zaman ayırıp, uygun aperatür ve enstantanteyi kendim ayarlayıp o şekilde çekmeyi tercih ederim. Bu seçenekler arasında tek kullandığım seçenek, flaşsız seçeneği. Özellikle müzelerde veya akşam üstü eşimle gezerken eğer kendimi de kadraja dahil etmem gerekiyorsa, fotoğraf makinesini birisine vereceğim zaman bu modu tercih ettiğim oluyor.

Yaratıcı modlar:

Bu modlar P,Tv,Av ve M modları. Bu modları anlatmaya geçmeden önce fotoğrafımızın ışığını oluşturan faktörleri hatırlayalım. Diyafram aralığı, yani aperatür, sensör üzerine düşecek ışığın miktarını, Enstantane de süresini belirtiyodu. Bu iki değerin yanısıra ISO değeri sensörün hassaslığını ve son olarakta pozlama değeri de fotoğrafın parlaklık seviyesini belirtiyordu. Her ne kadar pozlama değeri bir sonuç olarak görülebilecek olsa da, ben pozlama değerini de bir parametre olarak düşünmenin daha doğru olduğuna inanıyorum.

Bu değerlerden ISO değerinin kontrolu tamamen bizim elimizde. Makinemizin "yaratıcı mod"ları, kalan üç değerin ikisine müdahele etmemizi sağlıyor. Bu iki değeri değiştirerek üçüncü değerin durumunu gözlemleyebiliyoruz.

Sadece bir istisna var:

P - Program Modu

Program modu aslında en kullanışlı modlardan biri. Özünde otomatik mod ile aynı başlangıç işlemine sahip. Fakat çekim değerlerini seçtikten sonra size müdahele şansı tanıyor. Bir kere ISO tamamen sizin kontrolünüzde. Pozlama miktarı da sizin kontrolünüzde. Ekrandaki parlaklık cetveline müdahele edip çektiğiniz fotoğrafın parlak veya koyu çıkmasına karar verebiliyorsunuz. Odaklama şekli, beyaz dengesi gibi değerler de sizin kontrolünüzde. Deklanşöre yarım basıp odaklama ve ışık ölçümünü gerçekleştirdiğiniz anda makine size otomatikman enstantane/aperatür değeri öneriyor. Bu noktada tekerleği çevirerek aynı ışık değeri için diğer enstantane/aperatür ikili değerlerini seçebilyorsunuz. Diyelim ki aperatürü bir durak kadar kıstınız, enstantane de hemen bir durak kadar uzayacaktır. Bu sayede alan derinliğine de müdahele şansınız olabiliyor. Ayrıca P modunda flaşı açtığınızda enstantane hızı otomatikman 1/60'a ayarlanıyor....evet flaşın açılıp açılmayacağı da sizin kontrolünüzde.

Aslında P modu son derece başarılı bir mod. P modunda çektiğiniz fotoğrafları RAW olarak kaydetme şansınız da var. Makinenin verdiği değerler ise genelde son derece başarılı. Fakat makine bu değerleri anca siz odaklamak için deklanşöre yarım bastığınız zaman veriyor. Yani önceden enstantaneyi/aperatürü ayarlayıp, ayarladığınız değerler ile çekim yapma şansınız yok. Ama zaten diğer modlarda da ışık ölçümü yapmadan fotoğraf çekme şansınız pek yok.

Fakat öyle bir zaman gelir ki, fotoğrafını çekmek istediğiniz nesne hızlı bir şekilde yanınızdan gelip geçer ve siz deklanşöre bastığınızda makineniz P modundaysa sadece objenin hareketinden kaynaklanan bir hareket bulanıklığı(motion blur) görürsünüz. İşte o anda keşke makineyi Tv modunda kullansaymışım dersiniz.

Tv- Enstantane Öncelikli Mod (Shutter Priority)

Tv modu aslında hareket modu. Eğer fotoğraf çekeceğiniz yer/ortam herhangi bir şekilde hareket içeriyorsa ve siz bu harekete hükmederek fotoğraf çekmek istiyorsanız, makinenizi Tv moduna ayarlamanızda fayda var. Enstantane öncelikli Tv modunda siz bir enstantane değeri seçiyorsunuz. Bu enstantane değerinin yanısıra bir de pozlama değeri ayarlıyorsunuz. Asıl öncelik enstantane değerinde olduğundan dolayı tekerlek enstantene değerini ayarlamanızı sağlıyor. Pozlama değerini ayarlamak için (Canon Eos 400d'de) LCD ekranın sag ust kosesindeki, yanında AV yazan kutucuğun düğmesine basılı tutup tekerleği çeviriyorsunuz.

Makineniz ise bu iki ayarladığınız değer üzerinden aperatür değerini hesaplıyor ve size sunuyor. Eğer yeteri kadar ışık yoksa veya çok fazla ışık varsa, odaklamayı yaptığınızda, yani ışık ölçümü yapıldığında, vizördeki aperatür değeri yanıp sönmeye başlıyor. Bu ya lensinizin en geniş aperatürünün uygun bir parlaklık sağlamak için yetersiz geldiğini, ya da en kısık aperatürün bile sensör üzerindeki ışık miktarını düşürmeye yetmediğini belirtir. Bu noktada ISO değerini değiştirerek duruma müdahele edebilirsiniz.

Tv modunda flaş, siz açmadıkça çalışmaz. Fakat flaşı açmak maksimum enstantane değerinin düşmesine sebep olur. Normalde flaşın senkronlanma değeri 1/250s dir. Bu yüzden flaş açıkken Tv modunda 1/250s'den daha hızlı bir enstantane değeri elde edemezsiniz.

Tv modu, içinde hareket geçen ve zamanı dondurmak istediğiniz durumlarda kullanılır. Bir çok hareketi 1/250s gibi bir enstantane değeri ile "dondurabilirsiniz". Kuşların kanatlarını çırpışını, Kewell'in serbest vuruşunu, F1 arabasının önünüzden geçişini veya bir balıkçının oltasını atışını 1/250 ve daha büyük enstantane değerlerinde "yakalayabilirsiniz"



Bu fotoğrafta balıkçının kurşunu, oltasının eğrilme miktarı gibi normalde göremeyeceğimiz detayları yakalayabiliyoruz. Tv modunda 1/1600s olarak ayarladığım enstantane hızı ile bu fotoğrafta zamanı dondurabildim.

Bazen'de hareketin akmasını istersiniz. Fakat yine de enstantane hızının kontrolü sizde olmalıdır. Kasten enstantanenin düşük tutulduğu bir çok teknik mevcut. Bunlardan biri panning.



Bu fotoğrafı Muğla ile Bodrum arasındaki yolda bir benzincide çektim. Bir çok denemem arasında en neti buydu. Son derece aydınlık havada ISO değerini 100, enstantane değerini 1/20s ye indirdiğimde TV'modu aperatür değerini f/25'e ayarladı! 55mm odak uzunluğuna ayarladığım objektif ile yola dik bir şekilde durdum ve arabaların gelmelerini bekledim. Arabayı sürekli odaklanmış tutmam gerekiyordu. Her ne kadar f/25 için alan derinliği sorun olmasa da, Ben odaklama sistemimi takip amaçlı kullanılan "AI Servo" moduna ayarladım. Bu sayede lensim sürekli olarak odak ayarı yapacaktı.

Arabalar yaklaştığında onları kadraja alıp takip etmeye başladım. Bakış açım yola dik gelmeden çok az önce deklanşöre basıyordum ve kadrajda takibe devam ediyordum. Yaklaşık 10-15 poz çektikten sonra Bodrum'a doğru yolumuza devam ettik. Eve geldiğimde çektiğim panning pozlarından en netinin bu fotoğraf olduğuna karar verdim.

Arabanın netliği çok fazla olmayabilir. Fakat arkaplandaki hareketin bulanıklığı arabayı gerçekten ön plana çıkarıyor. Zaten hareket olmasa bile her fotoğrafta arka planın bulanıklığı ana objeyi daha öne getiriyor.

Zaten bu yüzden fotoğraf makinamızın Av modu var.

Av- Aperatür Öncelikli Mod (Aperature Priority)

Ben fotoğraf makinemi en çok bu modda kullanıyorum. Çünkü ana tekerleği kullanarak alan derinliğini ayarlayabiliyorsunuz. Bu mod sayesinde isterseniz dar alan derinlikli portreler, isterseniz de çok geniş alan derinlikli manzaralar çekebilirsiniz. Aperatür öncelikli Av modunda siz bir aperatür değeri seçiyorsunuz. Bu aperatür eğerinin yanısıra bir de pozlama değeri ayarlıyorsunuz. Pozlama değerini ayarlamak için aynen Tv modunda olduğu gibi Av kutucuklu düğmeye basıp tekeri çevirmeniz lazım.



Güzel çıkmış değil mi? Arkaplanda duran bizim balkonun beyaza boyanmış ahşap kapısının kirişlerini ben burada belirtmesem hiç farketmeyeceksiniz bile. Bu blendax güzeli fotoğrafına ileride yine değineceğim.

Alan derinliğini ayarlarken çok kullanmadığım fakat faydası dokunabilecek bir özellik var. Makinemizin lensini çıkarmak için kullandığımız düğmenin biraz altında ufak bir düğme daha var. Bu düğmenin adı "DOF preview". "Alan derinliği öngörüsü" olarak çevirebiliriz. Bu düğmeye bastığınızda diyafram belirlediğiniz aperatür değerinde kapanır ve vizörden elde ettiğiniz alan derinliğini gözlemleyebilirsiniz.

Uygun aperatür değerini ve pozlama değerini seçtikten sonra makinemiz bize gerekli olan enstantane hızını belirtiyor. Eğer gördüğünüz enstantane hızı yanıp sönüyorsa ortamda çok ışık var demektir. Bu durumda aperatürü kısmanız gerekecektir.

Av modunun başka bir avantajı ise lensin netliğine müdahele edebilmeniz. Geçen yazımda da belirttiğim gibi, genelde lensler en keskin görüntülerini, aperatür genişliğini, maksimum genişliğin 1 tam durak altına getirdiğinizde elde ediyorlar. Av modunda bu keskinliğe tam olarak hükmedebiliyorsunuz. Örneğin 18-55 kit lens ile 50-55mm odak aralığında, f/8 aperatür kullandığınızda erişilebilecek en keskin görüntüyü elde edersiniz.

Av modunda flaş, siz açmadıkça çalışmaz. Flaşı açmanız da P modundaki gibi enstantane değerine bir sınır koymaz. Bu sayede aşağıdaki gibi fotoğrafları Av modunda çekebilirsiniz.



Bu fotoğrafta odaklama ve ışık ölçümü karanlık ortama göre yapıldığından enstantane değeri uzun seçildi. Flaş ilk çaktığında ön planda bulunan bütün nesneler (yani ben ve Selin) aydınlandı. Arkaplan ise diyaframın uzun süre açık kalması sonucu fotoğrafa eklenebildi. Zaten alan derinliği az olduğundan dolayı arka plan bulanıklaşmış. Bu sayede el titremesinden dolayı oluşan bulanıklık rahatsız edici olmaktan çıkmış.

Gece turistik/tarihi bir mekan çekiyorsanız Av modu + flash bayağı başarılı bir kombinasyon oluşturuyor. Ama zaten flaş ile fotoğraf çekiyorsanız elinizde kullanabileceğiniz çok daha iyi bir mod var.

M- Manual Pozlama (Manual Exposure)

Manual pozlama bir çok profesyonelin tercih ettiği mod. Hatta bir çok kişiye göre SLR makinenin kullanılması gereken tek modu. Hem enstantaneyi hem de aperatürü kendi başınıza ayarladığınız bu modu, bir gün fotoğraf makineme tamamen hakim olduğumda belllllki ben de kullanacağım. Fakat o güne kadar bu modun benim için tek bir kullanım yeri var: Flaşlı çekim.

Manual pozlamada ana tekerlek enstantane hızını ayarlıyor, aperatürü ise Av kutulu düğmeye basılı tutup tekerleği çevirerek ayarlıyoruz. Bunu yaparken vizörden pozlama değerine bakıp bu değeri uygun seviyeye getiriyoruz. Odaklayıp, fotoğrafımızı çekiyoruz.

İşte benim tam olarak manual pozlama modunun neden bu kadar çok yüceltildiğini anlayamadığım nokta burada başlıyor. Vizörden bakıp uygun noktaya getirmeye çalıştığımız pozlama değerini zaten genelde hep 0 a getirmeye çalışıyoruz. Kimi durumlarda bir durak daha az pozlamamız gerektiğini biliyorsak, pozlama cetvelinde -1 değerini yakalamaya çalışyoruz.

Anlamadığım nokta şu: Zaten hedefimiz belliyse ve elimizde bu denklemin çözümünden yola çıkan iki güzel mod varsa biz neden hala denklemi çözmekle uğraşıyoruz. Ben bu sorunun cevabını hala tam olarak bulamadım. Bulduğum en yakın cevap -2 veya +2 pozlama değerinin altında veya üzerinde pozlama değerlerine ihtiyacım olduğunda manual pozlamayı kullanabileceğimdi....bununla ilgili bir kullanım yeri açıkçası bulamadım.

Ta ki flaştan endişe etmeyi bırakıp onu sevmeye başlayana kadar!(Dr. Strangelove!)

Aslında flaş denklemi çok basitti. P modunda da otomatik modda da flaş için 1/60s enstantane seçiliyordu. Pozlama değeri, işin içine flaş girdiğinde bayağı manasız kalıyordu. Zaten enstantane ve pozlama denklem dışına çıkınca kalan iki değeri(ISO, f/stop) olabilecek en iyi noktaya getirmek bana güzel flaşlı fotoğraf sağlayacaktı.



Mesela neredeyse tamamen karanlık ortamda çekilen bu fotoğrafta renkler gayet canlı çıkmış. Kullanılan değerler 18mm odak, f/8, 1/60s enstantane ve ISO 100. Flaş inanılmaz bir parlama yapıp fotoğrafın dengesini bozmamış. Ama biraz daha yakından çekilse bu denge bozulabilirdi.

Bunu engellemek için makinemizin bir seçeneği mevcut. Menüden Flash Exposure Compensation seçeneğini ayarlayarak flaş parlamalarını azaltabiliriz. Eğer fotoğrafını çekeceğimiz obje yakınsa bu değeri negatif tarafa çekerek flaş parlamalarında ciddi bir azalma sağlayabiliriz. Hatta custom functions'dan bu özelliği makinenizin "set" tuşuna atayabilirsiniz. Normalde "set" tuşu fotoğraf stili(Picture Style) seçmeye yarar. Fakat RAW çekiyorsanız bu değeri DPP'de sonradan fotoğrafınıza ekleyebilirsiniz.

Umarım kullanma kılavuzuna yaptığım bu ufak ek işinize yarar. Bir sonraki yazıda Selin'in "blendax güzeli" fotoğrafını inceleyeceğiz ve nasıl bu kadar parlak hale geldiğine bakacağız.

Işığınız bol olsun.

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

12 Nisan 2009 Pazar

Güç Bende Artık

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->


Nerede kalmıştık?

ÖnceSonra




Yuvarlaklar ve Eğriler yazımda ada gezimizden bahsetmiştim. Aya Yorgi'ye kadar çıkıp, yemeğimizi yedikten ve daha önemlisi dinlendikten sonra aşağıya inmeye başladık. Yokuş aşağı inen yolun ilk düzeldiği yer bir çok yolun birleştiği geniş bir alandı. Adanın faytonları da bu noktayı durak olarak kullanıyorlardı. Orjinal fotoğrafı, daha doğrusu orjinal fotoğrafları burada çektim.

Aslında HDR elde etmek için çektiğim 3 fotoğraflı çekim yöntemimi, nasıl HDR fotoğraf çekilmez! olarak da anlatabilirim. Orjinal fotoğrafı 18mm odak uzunluğunda, f/6.3 Aperatür genişliğinde, 1/500s enstantane değerinde ve ISO 400 hassaslıkta çektim. Fotoğrafı çekerken ayaktaydım, makine elimdeydi ve ana obje olan fayton dışında hiç birşeye dikkat etmedim. Peki doğrusu nasıl olmalıydı?

HDR fotoğrafları çekerken çok dikkat etmemiz gereken üç nokta var. Birincisi basit: ISO 100'de çekim yapın. ISO değeri ne kadar düşük olursa, gürültü o kadar az olacaktır. HDR fotoğrafın işlenmesi bittiğinde bütün detaylar abartılı bir şekilde ortaya çıkar. HDR programları, gürültü ile detay arasındaki farkı algılamakta zorluk çekebilir. Bu sebeple olabildiği kadar az gürültülü bir şekilde fotoğrafları çekmeniz gerekiyor.

İkincisi makinenizin ayarlarını doğru yapın. Bir önceki yazımda elde edilecek 3 fotoğrafın parlaklık ayarlarının enstantane hızı ile sağlanması gerektiğini yazmıştım. Gerçekten de aperatür değeri her 3 fotoğraf için aynı kalmalıdır. Değişen tek değer enstantane hızı olmalıdır. Makinelerimizin bunu sağlayabilecek iki modu var. Av(Aperature priority) ve M(Manual Exposure). Makinelerin çalışma modları ile ilgii ayrıntılı bilgi için başka bir yazı beklemeniz gerekecek. Fakat HDR için gerekli işlemleri şimdilik kısaca anlatacağım.

Hem M modunda hem de AV modunda ilk yapacağımız iş bir aperatür değeri seçmek. Tavsiyem kullandığınız lens'in en geniş aperatür değerini 1 tam durak indirmek. Örneğin standart 18-55 kit lensinizin 55mm'deki en geniş aperatürü f/5.6'dır. Bu durumda f/8 aperatür değerini seçmek size lensden alabileceğinz en keskin görüntüyü verecektir.

M modunda çekimde yapmamız gereken uygun bir aperatür değeri seçip, bu değeri sabit tutarak enstantane hızını değiştirmek suretiyle istenilen pozlamaları yakalamaktır. Seçtiğiniz enstantane için oluşan pozlama değerini(parlaklık durumunu), vizördeki parlaklık cetvelinden gözlemleyebilirsiniz. Amacımız, parlaklık cetvelı -2'deyken bir fotoğraf, 0'dayken bir fotoğraf ve +2 deyken bir fotoğraf edinmek.

Av modunda seçtiğimiz aperatür değeri mutlaktır. Aperatür değerini ayarladıktan sonra, parlaklık cetvelinden istediğimiz parlaklık değerlerini (-2, 0, 2) seçeriz. Makinemiz bu değerlere karşılık gelen enstantane değerlerini otomatik olarak hesaplar ve fotoğraflarımızı bu değerler ile çekeriz. Benim bu tip çekimler için tercih ettiğim mod AV modu. Çünkü Auto-Exposure Bracketing'e izin veriyor!!!

Peki nedir Auto Exposure Bracketing? Makinelerin menülerinde ve/veya üzerindeki tuşlarda bulunan bir özelliktir Auto Exposure Bracketing(AEB). Teker teker -2, 0, 2 değerlerini siz seçeceğinize, menüler aracılığı ile AEB aralığını -2 0 2 olarak belirleyip AEB yi aktive ediyorsunuz. Bu noktadan sonra 3 kere deklanşöre basıyorsunuz. İlk basışınız normal, ikinci basışınız karanlık, üçüncü basışınız da aydınlık fotoğrafı çekmenizi sağlıyor. Yani siz sadece ayarları önceden yapıyorsunuz ve 3 kere deklanşöre basıyorsunuz. Bu, HDR çekerken dikkat etmeniz gereken üçüncü ve en önemli kural için son derece kritik bir özellik!

Üçüncü ve en önemli kural şu: Kadrajı sabit tutun! Basit görünse de son derece zor bir iştir. Tek bir pozda sabit tutmak yapılabilir olsa da her 3 pozun da tamamen aynı kadraja sabit olmasını sağlamak ciddi bir el kabiliyeti ister. Hele her deklanşöre basmadan önce pozlamada değişiklik yapacaksak (Manual mod, AEB'siz Av modu) kadrajı sabit tutmak iyice imkansızlaşıyor. Eğer el kabiliyetimiz bunun için yeterli değilse üzülmeyin, kolayı var: Bir tripod ve deklanşör kablosu edinin!

Tripod ile makineyi sabitlediğinizde , Av modunu kullanıp AEB ayarını yaptığınızda ve deklanşöre basmak yerine, deklanşör kablosu (cable release) kullandığınızda, kadrajı oynatacak neredeyse her etkenden kurtulmuş oluyorsunuz. Tam olarak bütün sarsıntıdan kurtulmak için yapabileceğimiz bir şey daha var: Makinenin "Custom Functions" bölümünden Mirror lock'u aktive etmek. Bu sayede deklanşöre ilk bastığınızda SLR makinanızın sensörünün önündeki ayna kalkar, ikinci basışınızda fotoğraf çekilir. Bunun amacı, ayna yukarı kalkarken makinede oluşabilecek herhangi biri fiziksel titreme veya sallantının görüntüye etki etmesini engellemektir.

Kadrajı sabit tutma kısmında dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var: Kadrajdaki objelerin de sabit durmasını sağlamak. Bunu her zaman sağlayamayabilirsiniz. Mesela fotoğrafını çekmeye çalıştığınız faytona bağlı olan atlardan biri siz fotoğraf çekerken kafasını oynatabilir veya fayton'un sağ tarafında hareket etmekte olan bir bayan bulunabilir. Burada ihtiyacınız olan şey sabır ve zaman. Yeterince sabrederseniz, herşeyin sabit durduğu kısa bir süre elde edebilirsiniz. Bu süre içerisinde de gerekli çekimi gerçekleştirebilirsiniz.

Ben bu fotoğrafı çekerken, en büyük eksiğim işte bu iki faktördü. Çoktan yola çıkmıştık ve eşim ile diğer arkadaşlarım beni bekliyorlardı. Bırakın tripod kurmayı, fotoğrafı çekmeye bile vaktim yoktu. Hızlı bir şekilde makinemi Av moduna aldım. Çekim seçeneklerinden sürekli çekimi(continuous shooting) seçtim. Bu sayede deklanşöre basılı tuttuğum sürece makinem fotoğraf çekmeye devam edecekti. AEB ayarlarına girip AEB aralığını -2, 0 ,2 olacak şekilde ayarladım. Makineyi faytona çevirdim, odakladım, nefesimi verdim, konsantre oldum, gözlerimi kapattım ve yavaşça deklanşörü indirdim.

Canon Eos 400D'nin o muhteşem deklanşör sesi 3 kere yankılandı. Biliyordum ki üçüncü poz en uzun sürecek pozdu. Üçüncü deklanşör sesini duyduktan sonra duruşumu ve pozisyonumu bozmadım. Acele etmedim ve deklanşör sesinin 4. kez tınlamasını bekledim. Ancak bu sayede ilk 3 fotoğrafın sorunsuz çıktığından emin olabilirdim. Deklanşör sesini 4. kez duyduktan sonra koştura koştura bizimkilerin yanına gittim. Sonuçları eve gittiğimde alacaktım.

-2 EV (Koyu)0 EV (Normal)+2 EV (Parlak)




Eve geldiğimde makinemdeki bütün dosyaları harddiskime aktarıp, raw dosyaları işlemeye başladım. Bu 3 fotoğrafı bir kenara ayırdım. Diğer dosyalar ile işim bittiğinde sıra HDR fotoğrafa gelmişti. Photomatix'i çalıştırdım. Bu üç fotoğrafı seçip, raw olarak photomatix'e sürükleyip bıraktım (JPG olarak da yapabilirsiniz).

Photomatix, bu üç raw dosyayı yükler yüklemez bana bu dosyalar ile ne yapmak istediğimi sordu. Ben de HDR görüntü hazırla (Generate HDR Image) seçeneğini seçtim. bunun ardından karşıma bir kaç seçenek seçebildiğim bir menü çıktı. Eğer çekim esnasında yukarıda anlattığım noktalara dikkat etmemişseniz (benim gibi), buradaki seçenekler sayesinde photomatix'in fotoğraflara ufak ön müdahelelerde bulunmasını ve bu durumu düzeltmesini sağlıyorsunuz. Photomatix otomatik olarak kadrajlardaki kaymaları, gürültü miktarını ve kadrajdaki hareketli nesneleri düzeltmeye çalışır. Aslında bu konuda da gayet başarılı diyebilirim. Bu noktada fotoğrafın genel ısısını, yani beyaz dengesini de ayarlayabiliyorsunuz.

Bu aşamayı geçtikten sonra.....bekliyorsunuz. Photomatix sizin için HDR dosyasını hazırlar ve 60s-100s içerisinde size sunar. Karşınıza gelen görüntü son derece yüksek miktarda kontrast bilgisi içeren bir görüntüdür. Ekranlarımız bu görüntüyü görüntüleyecek kifayete sahip olmadığından bu noktada sizin müdahele etmeniz gerekir. Bu yüzden bu ekranda bulunan kocaman Tone Mapping tuşuna basıyoruz ve karşımıza sihirin başladığı yer geliyor.



Bu ekranda bulunan 14 seçenek sayesinde fotoğrafımızı bir sanat eseri haline getirebiliriz. Fakat nerede duracağımızı bilmemiz lazım. Bu menüdeki bütün ayarlar çok kuvvetli ayarlar. Her biri fotoğrafın görüntüsünde çok ciddi fark yaratıyor. Biraz deneme yanılma ile siz de fotoğraflarınıza hayat katabilirsiniz.

Bu tonama esnasında kullanabileceğiniz bir kaç tavsiyem olacak:

- Strength'i yüksek tutun. Bu ayar Master Volume ayarı gibi bir ayar. Maksimuma çıkarmayın, fakat az da tutmayın.
- Light Smoothing i ya 4 ya da 5'de tutun. Daha aşağısında fotoğraf, daha çok tablo haline gelmeye başlıyor.
- Black point'i 1 White point'i de 4 civarında tutmak benim gördüğüm kadarıyla en sağlıklı sonuçları veriyor.
- Temperature (renk ısısı) ayarını HDR dosyayı oluşturmaya başlarken yapın. Burada 0 da tutun.
- Microsmoothing'i düşük bir seviyede tutun ama hiç bir zaman 0 yapmayın. Yoksa yüksek miktarda gürültüyle karşılaşırsınız.
- Luminiosity fotoğrafa parıldayan bir görüntü verir, fakat aşırı kullanımı sonucunda objelerin çevresinde istenmeyen ışık alanları oluşur(halo)
- HDR tonlama işlemi, gürültü yaratan bir işlemdir. Fotoğrafla işiniz bittikten sonra Neat Image programını kullanarak istenmeyen gürültüden kurtulabilirsiniz.

Sonuçtan mutlu olduğunuz zaman Process tuşuna basın....ve HDR çalışmanız tamamlansın!!



Son bir uyarı yapmak istiyorum. HDR yani "Geniş Dinamik Kontrast Aralığı" her zaman uygulanmaması gereken bir teknik. Eğer fotoğrafını çekmek istediğiniz görüntüde hem yüksek miktarda ışık, hem de gölgeler mevcutsa HDR tekniği manalı bir sonuç veriyor. Eğer fotoğraf çektiğiniz ortamda yüksek ışık farklılıkları yoksa, Tek bir fotoğraf çekip uygun bir histogram düzeltmesi ile çok güzel sonuçlar elde edebilirsiniz. Hatta Photomatix'in yeni versiyonları sadece tek bir raw dosyasını alıp üzerinde tonlama yapmanıza fırsat tanıyor.

Raw dosya çekmiyorsanız bile photomatix'in gelişmiş tonlama seçeneklerinden faydalanma şansınız var. JPG dosyanızı DPP'de açın ve farklı bir isimle TIFF uzantılı olarak kaydedin(Exif İÇERMEYECEK şekilde), Histogram eğrisinin en orta noktasını tutun ve bir kare sola çekin. Fotoğrafın parlaklığı ciddi bir şekilde artacaktır. Farklı bir isimle (Yine TIFF) kaydettikten sonra aynı işlemi tekrarlayın fakat bu sefer orta noktayı sola değil sağa doğru bir kare çekin. Fotoğrafınız kararacaktır. Bunu da farklı bir isimde kaydedin(TIFF). Bu üç dosyayı photomatix'e atıp "Çakma HDR" çalışması yapabilirsiniz.

Bir sonraki yazımda makine modlarını ve bu modların kullanım yerlerini anlatacağım.

Işığınız bol olsun.

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

11 Nisan 2009 Cumartesi

Gölgelerin Gücü Adına

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

Yeni bir lens almanın yarattığı motivasyonu anlatmaya kelimeler yetmiyor. Fotoğraf makinemi alalı 4 ay, 50mm f/1.8'i alalı daha bir kaç gün olmuştu. O zamana kadar fotoğraf makinemi kompakt makinelerden çok da farklı kullanmıyordum. Fakat yeni lens aldıktan sonra içimde bazı şeyler değişti. Internetten fotoğraf eğitim sayfalarına girmeye, kitaplar okumaya, dergileri takip etmeye başladım.

İndirdiğim dergilerden son derece eğiticiydi. Enstantane, Aperatür, ISO gibi kavramları anlatmanın yanı sıra, manzara fotoğrafları nasıl çekilir, RAW dosya formatı nedir, portre çekiminde nelere dikkat edilmeli gibi sorulara da cevap veriyordu. Bir yandan çok başarılı bir şekilde tonlanmış fotoğraflara bakıyor, bir yandan da fotoğrafçılığı öğrenmeye çalışıyordum....

....ve bir dergide o sayfaya denk geldim. Bir şehir fotoğrafıydı. Parçalı bulutlu bir havada çekilmişti. Görüntü tek kelime ile inanılmazdı. Bulutları ayrıntıları, binaların renkleri, gölgelerdeki detaylar...hepsi görülebiliyordu. Sayfanın hemen başında ise kocaman bir başlık vardı:

"How to create HDR images" (Nasıl HDR görüntü yaratılır.)

Yazıda HDR'nin ne demek olduğu, nasıl yapıldığı ve bu fotoğrafların neden bu kadar güzel gözüktüğü anlatılıyordu. Gözüm dönmüştü. Mutlaka bu tekniği öğrenmeli ve uygulamalıydım. Anlatılanlara göre ihtiyacım olan tek şey pozlama ayarı yapabilen bir fotoğraf makinesi ve dijital çağın fotoğrafçılık mucizesi Photoshop CS2 idi ve ikisi de bende mevcuttu.

Hemen elime fotoğraf makinasını aldığım gibi belirtilen teknikleri uygulamaya başladım. Açıkçası sonuç hüsrandı. Zaten henüz daha photoshop kullanmayı çözememiştim. Bir parça hayal kırkılıığına uğramıştım fakat yılmamıştım. İki gün süren bir uğraşın ve internette yaptığım bir çok site araştırmasının ardından, o gördüğüm muhteşem manzaraları photoshop yerine photomatix adlı bir program ile de yapabildiğimi öğrendim.

Photomatix'i yükledikten sonra ilk denemelerim moralimi yerine getirdi. Gerçi bu denemeler tam HDR görüntüler değillerdi. Tek kareden türetilmiş "Çakma HDR"lerdi.
ÖnceSonra







"Çakma HDR" olmalarına rağmen son derece göz alıcı hale gelen bu foroğraflar, deneme ve öğrenme azmimi daha da arttırmıştı. Yavaş yavaş, deneyerek ve hatalardan ders alarak HDR nin ne olduğunu ve niye uygulandığını tam olarak anlamaya başladım.

HDR kelimesinin anlamı High Dynamic Range. Türkçe çevirisi "Yüksek Dinamik Aralık".....bence yeterli bir çeviri değil. "Yüksek Dinamik Kontrast Aralığı" daha doğru bir çeviri olacaktır. Peki nedir kontrast?

Kontrast kelimesini aslında günlük konuşmada da zaman zaman kullanıyoruz. Genelde iki fikir, söz, düşünce....veya renk arasındaki tam zıtlığı belirtmek için kullanığımız bu kelime, görsel sanatlarda "En siyah nokta ile en beyaz nokta arasındaki fark" olarak tanımlanabilir. Geçen yazımızda histogramdan ve histogramın en solundaki barı kaydırarak "koyu gri"leri "siyah" yapmaktan bahsetmiştik. Sonuçta histogramımız en siyah belirlediğimiz nokta ile en beyaz belirlediğimiz nokta arasındaki değerleri 255 değere dağıtıyordu.

Malesef monitörlerimiz şimdilik bu 255 rakamı ile sınırlı. İşin ilginci bu değer aslında gözlerimiz için yeterli bir değer. İnsan gözü adaptasyon sağlayabilen bir görme aracı. Ortamdaki ortalama ışığa göre göz bebeğimiz(aperatür) ve retina hassaslığımız(ISO) kendini ayarlıyor. Bu sebeple gece yatmadan önce ışıkları kapattığımızda her tarafı siyah görürken, bir kaç dakika sonra gözümüzü açtığımızda odamızı gri tonları ile bezenmiş ve ayrıntıları seçilebilir bir şekilde buluyoruz. Bu anda açılacak ışık, gözümüz için yine bir adaptasyon süresi geçmesini gerektiriyor. Fakat bir kaç saniye içinde parlaklık değerleri yerine oturuyor. Gözümüz karanlığa alıştığı zamanki tonlar hep oradaydı. Aydınlığa alıştığımız zamanki tonlar da hep orada. Fakat hepsini bir arada göremiyoruz.

Gözümüz zaten bir ortalama parlaklık değerine adaptasyon sağladığında 200-300 ton arası bir değerde kontrast aralığına sahiptir. Fakat bu adaptasyon yeteneği sayesinde gözümüzün kontrast aralığı etkin olarak çok yüksektir. Bu sayede gökyüzüne bakarken bulutları ve detaylarını, başımızı eğip yere baktığımızda ise gölgelerin altında yatan detayları görebiliriz. Aynı durum ekrana bakarken de geçerli. Biz ekrana bakarken, gözümüz, bulunduğumuz yerdeki ortalama ışığa göre bir kontrast aralığı belirler. Bu yüzden karanlık yerlerde ekran parlak, aydınlık yerlerde ise ekran bize soluk gözükür.

Gözümüz kendisini bir şekilde ayarlayabilir. Fakat fotoğraf için aynı şey geçerli değil. Deklanşöre bastığımız anda aperatür genişliğini ve ISO değerini çoktan belirlemiş oluyoruz. Bir süre sensor açık kalıp kapanıyor. Bir nevi dünyaya sabit bir göz bebeği ile bakmak durumunda kalıyoruz.

HDR tekniği bu noktada devreye giriyor. Yapılan işlem, gözümüzün yaptığı işlemden pek farklı değil. Aynı fotoğrafı 3 kere çekiyoruz. Fakat bu işlemi yaparken sensör üzerine düşen ışık miktarını her fotoğraf için değiştiriyoruz. Bunun için aperatürü(gözbebeği) kısıp genişletmek yerine, enstantane süresini azaltıp çoğaltıyoruz. Elimizde 3 değişik parlaklık bilgisi içeren dosya oluşuyor. Düşük parlaklık bilgisi içeren dosyadan parlak noktaların(highlight) detaylarını, yüksek parlaklık bilgisi içeren dosyadan ise karanlık noktaların(shadow) detaylarını alabiliriz.

Eğer blogumu takip ediyorsanız son iki cümlede yazdıklarımın tanıdık gelmiş olması lazım. Çünkü çok benzer birşeyi Hem öyle, hem de böyle adlı yazımda da anlatmıştım. O yazıdaki fotoğrafta bulutların detaylarını ortaya çıkarmak için orjinal fotoğrafın daha koyu bir kopyasını alıp, orjinal bulutların üzerine daha koyu bulutlar gelecek şekilde bir aşamalı geçiş yapmıştık. O örnekte fotoğrafın sınırları çok belliydi. Gökyüzü ve yeryüzü tek bir çizgi ile ayrılmıştı. Bu sayede fotoğrafın üst kısmında tamamen koyu dosyadaki bulutların(yani parlak noktaların) detaylarını kullanmaya karar verebilmiştik.

Fakat bütün fotoğraflarda bu keskin fark oluşmayabilir. Fotoğraftaki bir ağaç, bir bina veya bir kişi, kadrajın en altından en üstüne kadar olan bölgeyi kaplayabilir. Ya da fotoğraftaki bir gölde, gökyüzünün tamamen parlayan bir yansıması olabilir. Bu tip durumlarda aşamalı geçiş, parlaklık ve gölgelerde kalmış gizli detayları kurtarmanıza yetmeyecektir.

Kısacası elimizdeki değişik parlaklık bilgili 3 adet fotoğrafı birleştirmek için özel bir yönteme başvurmamız gerekiyor. Bu noktada da photomatix adlı program devreye giriyor ve nerenin parlak nerenin gölge kalacağına karar vermemize yardım ediyor.

Bir sonraki yazımda uygulamalı olarak, adım adım bir HDR fotoğrafın nasıl çekildiğine ve nasıl hazırlanığına dair örnek vereceğim. Büyükada'da çektiğim bu fayton fotoğrafını, son haline gelene kadar yaptığım bütün adımları teker teker anlatacağım.

ÖnceSonra



Işığınız bol olsun.

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

9 Nisan 2009 Perşembe

Yuvarlaklar ve Eğriler

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

29 Mart 2009 günü bizim için sıradışı bir pazar günüydü. Şehrimizde olan bitene dair bir şey yapabildiğimiz, dört senede bir bize de söz hakkı verilen tek gün. Seçim günü. Standart seçim günü prosedürü, şu şekilde oluyor. Ufacık bir damga ile önümüze sunulan seçeneklerden birini seçip, bu işlemi üç ayrı kağıt için tekrarlayıp, bu kağıtları bir zarfa koyup, sandığa atmak suretiyle vatandaşlık görevimizi yerine getirmiş oluyoruz.

Eğitim sistemimiz önümüze sunulan seçeneklerden birini seçme üzerine kurulu olduğundan, seçim prosedürünü hiç sorgulamıyoruz. Demek ki bizden beklenen sorunlara, engellere yeni bakış açıları ile bakmak, değişik çözümler getirmek değil, önümüze sunulan seçeneklerden birini seçmek. Seçim pusulasındaki seçenekler bile okul testlerinde olduğu gibi: Yuvarlak!!!

29 Mart 2009 günü erkenden uyandık. Amacımız hızlı bir şekilde önümüze sunulan yuvarlakların arasından en iyisi olduğunu düşündüğümüz yuvarlağa damgalarımızı bastıktan sonra, hızlı bir şekilde Büyükada'ya gitmekti. 5 kişi (Ben, Selin, Özgür, Burcu, Seyhan) bir arabaya tıkışıp, hızlıca Bostancı'ya geçtik. Seçim günü sebebiyle insanlar gaç uyandığından ve/veya evlerini terketmediklerinden dolayı yollar oldukça boştu. Bostancı'dan tekneye binip adaya doğru yola çıktık.

Yolda Seyhan'ın yeni makinesini inceledik. Nikon D90 ile yıldızı bir türlü barışmayan Seyhan, Canon'a dönüş yapıp Eos 50D edinmişti. Ben makineyi son derece başarılı buldum. Darısı başıma diyorum :)

Adaya vardıktan sonra uzun, yorucu ve eğlenceli bir yürüyüşün ardından Aya Yorgi manastırına vardık. Bu noktada fotoğraflarımız çekip, yemeğimizi yedikten sonra alternatif bir yoldan geri döndük. Geri dönerken yolda bu manzarayı yakaladım.



Fotoğraftaki yapı Nikola Manastırı. Fotoğrafı 55mm odak uzunluğunda, f/8.0 aperatür aralığında, ISO 400 hassaslıkta 1/400s enstantane hızı ile çektim. Bu fotoğraf RAW durumun hiç müdahele edilmemiş hali. her ne kadar ağaçların ve binanın ayrıntıları net çıkmış olsa da, arka plandaki gökyüzünün ve denizin detayları parlaklık içerisinde kaybolmuş.

DPP'de fotoğrafı açtığımızda karşımıza bir araç penceresi çıkar. Bu araç penceresinin tepesinden 3 ayrı menüye geçiş yapabiliriz. İlk menü RAW menüsü. Burada yapacağımız müdaheleler diğer müdahelelere göre daha "kayıpsız" müdahelele olacaktır.

Brightness adjustment seçeneği fotoğrafa pozlama ayarı yapmanızı sağlar. Bu noktadan yapacağınız parlaklık ayarı resmin yapısını genş ölçüde bozmadan gerçekleşir. White balance adjustment ise resmin beyaz tonunu ayarladığnız yerdir. Buradaki menüden Color temperature seçeneği ile resmi daha sıcak veya daha soğuk renklere büründürebilirsiniz.

Picture Style menüsündeki seçenekler, Canon fotoğraf makinenizdeki seçenekler ile aynıdır. Bu seçimi fotoğraf çekerken değiştirmiş olsanız bile, RAW çalışmak sayesinde bu seçimi çektikten sonra değiştirebilirsiniz. Ben buradaki stylelardan Landscape style a bayılıyorum. Renkler daha pastel çıkıyor. Bu noktadan sonra karşımıza histogram geliyor.

Histogram denen şey aslında genel bir parlaklık haritası. Histogramın en solu en koyu tonları, en sağı en parlak tonları gösteriyor. Histogram grafiğine baktığımızda gördüğümüz grafik, fotoğrafınızda hangi ton değerinden yaklaşık olarak kaç noktanın bulunduğunu gösterir. Bu örnekte -10'EV'dan -6EV ye kadar olan aralıkta çok az sayıda nokta mevcuttur. Noktaların genel parlaklık değerleri -4EV ile -2EV arasında toplanmıştır.

Henüz daha bu parlaklık değerlerine dijital değerler atanmamış. Eğer kendi haline bırakırsanız -10EV den +4EV'ye kadar olan bu geniş alanın tamamı "uygun bir fonksiyon" ile 0 dan 255'e kadar olan değerlere bölünür. Başka bir deyişle tam siyah ile çok koyu gri tonları birer değer kazanacaktır. Zaten topu topu 255 tane değeriniz var. Hem siyaha, hem çok koyu gri'ye iki ayrı ton ayırmak yerine, ikisine de siyah diyip, fotoğrafta çok daha fazla noktanın bulunduğu -4EV ile -2EV arasındaki gri ve birazcık daha açık gri arasına bir ton değeri daha eklemek, fotoğrafın canlılığını arttıracaktır.

Burada sormanız gereken soru şu: Hangi koyugri rengine kadar siyah yapayım. View menüsünden Shadow seçeneğini seçin. Sonra histogramın en solundaki çizgiyi tutup sağa doğru kaydırmaya başlayın. Fotoğrafın daha koyulaşmaya başladığını ve bazı yerlerde mavi noktalar oluşmaya başladığını göreceksiniz. Mavi noktalar, koyu gri'lerin siyah olmaya başladığı(clipping) noktalar. Bu noktalar, ciddi detay kaybına yol açmadığı sürece çizgiyi sağa doğru ilerletmeye devam edin.

Aynı şey sağ taraftaki çizgi, beyaz ve çok açık gri içn de geçerli. Fakat parlak tonlardaki(highlight) clipping, koyu tonlardaki(shadow) clippingden çok daha rahatsız edici. Bu yüzden histogramın bu tafaı ile bu noktada uğraşmamak en iyisi.
Histogram grafiğinin yukarısı ve aşağısını da oynatabilirsiniz, fakat bunu da pek tavsiye etmeyeceğim çünkü mutlak beyaz ve mutlak siyahın tonları ile oynamak bana pek mantıklı gelmiyor. Bellllki gece fotoğraflarında oynanabilir, fakat denemeden bir şey söyleyemeyeceğim.

Histogramın altındaki seçenekler sırasıyla Contrast, Color Tone, Color Saturation ve Sharpness. bu değerler, normalde fotoğraf makinanızda da ayarlayabileceğiniz değerler.

DPP araç penceresinin ikinci menüsü RGB tonlama menüsüdür. Burada karışıızda bu sefer daha değişik bir histogram var. İlk histogramdan 0 dan 255'e kadar gelen tonları, burada bir fonksiyondan daha geçirebiliyoruz. Menünün ilk seçeneklerinde DPP, size kendi önerisini sunuyor. Ben DPP nin önerilerini bu güne kadar hiç tatmin edici bulmadım. Zaten RAW menüsündeki ayarlar doğru yapıldığında, bu histogramdan çok ufak dokunuşlar yapmanız yetiyor. Özellikle bu menünün altındaki brightness, contrast, hue(color tone), saturation ve sharpness ayarlarını RAW menüsündeki seçenekler üzerinden yapmanız çok daha güzel sonuç verecektir.

Peki o zaman bu menü niye var? Bu menü fotoğrafı RAW değilde JPG çekiyorsanız bu değişiklikleri yapabilmenize yarayacaktır. Fakat buradaki histogramı, RAW çekseniz bil kullanmanız için çok önemli bir sebep var.

RAW menüsünü anlatırken "uygun bir fonksiyon" dan bahsetmiştim. Bu uygun fonksiyona tek müdahele şansımız, histogramın hemen altındaki contrast değerini değiştirerek oluyor. Fakat bazen fotoğrafların düz kontrast ayarından daha fazlasına ihtiyacı oluyor.



Örneğin, Nikola manastırının fotoğrafında gökyüzünün noktalarının parlaklık değerlerini ve adanın noktaların parlaklık değerlerini histogram üzerinden direkt seçebiliyoruz. Histogramın sol tarafı ada, sağ tarafı da deniz ile gökyüzü. Bu iki nokta yoğunluğunun arasında az miktarda nokta içeren bir parlaklık bölgesi var.

Yani?

Elimdeki 255 değerin 0-60 arası ada noktalarını, 100-200 arası da deniz ve gökyüzü noktalarını belirtiyor.

Eeee Yani?

Toplamda kullanabileceğim 255 ton yerine sadece 160 ton kullanıyorum. 95 değişik parlaklık tonu çok az miktarda kullanılan noktaları tonlamak için kullanılıyor.

Bu durumda ben bu ton değerlerini kendi "uygun fonksiyonum" geçirebilirsem; mesela 0-60 arası tonları belirli tonlara atasam, 60-100 arasındaki tonlara 3-4 ton atasam, kalanlarını da havayı ve denizi tonlamak için kullansam ne olur? Kullandığım ton sayısı 160 dan 250 ye çıkar. Bu sayede daha kaliteli gözükten bir fotoğraf elde edebilirim!!



Mesela sonuç olarak bu fotoğrafı elde etmek için kullandığım DPP değerleri şunlardı:



Aslında RGB menüsünde kullandığımız bu histogram "eğrisi"nin genel adı "Curves" yani "Eğriler" aracı. Photoshop'ın en güçlü araçlarından biri olan Curves sayesinde, fotoğrafın hangi tonlarının daha kuvvetli, hangi tonlarının daha sönük olacağına karar verebiliyoruz. Eğrinin eğiminin dik olduğu yerlerde ufak bir aralığa karşılık geniş bir ton perdesi düşmekte. Eğrinin eğiminin az olduğu yerlerde ise geniş bir aralığa karşılık olarak az sayıda ton düşmekte. Eğrinin eğimini hiç bir zaman negatif yapmamak gerekiyor çünkü bu durumda iki farklı ton girişine, aynı ton değeri uygulanıyor. Zaten bu araç ile biraz oynayıp negatif eğimli eğriler elde ettiğinizde sonuçların ne kadar değiştiğini farkedeceksiniz.

En güzeli, fotoğrafı aslında çekim anında doğru pozlamada ve değerlerde çekip sonradan bu tip müdahelelere gerek kalmamasını sağlamaktır. Hatta bunu kontrol edebilmek için SLR makinelerimizin histogram'ı gösterme seçeneği bile var. Buraya bakıp bile resmimizin aydınlık ve karanlk bölgeleri hakkında çok şey öğrenebiliriz.

Malesef şu anki monitörlerimizin teknolojisinden dolayı bütün bu tonlama değerleri 255 değer üzerinden işliyor. Fakat doğa bize aydınlık ve karanlık arasında çooook daha geniş bir ton aralığı sunmakta. Peki biz bu geniş ton aralığını bir fotoğrafa sığdırabilir miyiz?

Cevabı bir sonraki yazıda: Geniş Dinamik Kontrast Alanı bir başka deyişle High Dynamic Range....yani HDR

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

7 Nisan 2009 Salı

Hem öyle, hem de böyle

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

Bu hafta 3 gün Ege'deyim. Aydem Elektrik Dağıtım'ın davetlisi olarak Aydın, Denizli ve Muğla'da enerji kalitesi ve harmonikler konulu seminerler vermekteyim. Pazartesi Denizli'de verdiğim seminerin ardından İlkay Bey'in nerede yiyelim sorusuna, benim için farketmez ama giderken yolda fotoğraf çekebilecağim bir yer iyi olur diye cevap vermemin sonucunda, Pamukkale'ya gittik.

Ben çoook küçükken gitmiştim Pamukkale'ye. O zaman bile o fotoğraflardan gördüğümüz bembeyaz ve pırıl pırıl travertenler talan olmuş durumdaydı. Bırakın beyazı, krem rengi bile denemezdi travevertenlere. O yüzden giderken pek bir beklentim yoktu.

Pamukkale'ye vardığımda açıkçası çok mutlu oldum. Travertenler eski beyaz hallerine kavuşmaya başlamışlardı. Hala bir parça krem rengi gözükmelerine rağmen, bir önceki gelişimle bu gelişim arasında dağlar kadar bir fark vardı. Travertenlerin çevresindeki otellerin hepsi yıkılmış, yerlerine Hierapolis antik kentini kapsayan ve çevreyi koruyacak şekilde parklar yerleştirilmişti.

İlk önce traverterlerin sularının toplandığı gölparka gittik ve orada biraz gezindik. Bol bol fotoğraf çekme şansım oldu. Burayı gezdikten sonra ise Hierapolis antik kentini ve travertenleri gezmek amaıcyla yukarı çıktık...

...ve yağmur başladı. Yağmur başlamadan önce şu fotoğrafı çekme şansım oldu.



Burası Pamukkale üzerinden Denizli ovasının görünümü. İnsanın soluğunu kesecek kadar güzel bir manzarası vardı. Hemen fotoğraf çekmeliydim çünkü yağmur başlamak üzereydi. Tembel bir insan olduğum için makineyi A-Dep moduna ayarladım. Önce ISO 100'de çekmek istedim manzarayı. Fakat kapalı hava yüzünden, 25mm odak uzaklığı ve f/5.6 aperatür ile normal pozlama için elde ettiğim enstantane değeri düşük geldi. Ben de ISO 400'e yükseltmeye karar verdim. 1/400 enstantane değeri ile herhangi bir titreme oluşmadan çekimi tamamladım.

Bu görüntü, fotoğrafın daha DPP'de işlenmeden önceki hali. Yine de bize fotoğrafın tonları hakkında fikir veriyor. Bulutların arasından yüzünü göstermeye çalışan güneş, bulutlar üzerinde parlamaya yol açmış. Pozlama esnasında bu parlama, makineyi yanıltıp enstantane hızını yüksek seçmesine sebep olmuş. Bunun sonucunda da yakın plan ve yer karanlık kalmış.

Eğer resmi DPP'de yer kısmı yeterince aydınlık çıkacak hale gelene kadar aydınlatırsak, bulutlardaki bütün detayları kaybederiz. Eğer bulutlardaki parlamaların, bulut detaylarının kaybolmasına sebep olduğunu düşünüp, aydınlığı kısarsak da yer detaylarını tamamen kaybederiz.

Ama biz hem öyle olsun hem de böyle olsun istiyoruz. Peki ne yapacağız?

Sivilceli mankenlerin ve meydanları dolduramayan siyasetçilerin en iyi dostunu kullanacağız tabii kii!! Adobe'nin dünyaya bahşettiği en büyük ikinci eser(Birincisi PDF dosya formatı) olan Adobe Photoshop kullanacağız.

Önce RAW dosyamızı Photoshop'da açıyoruz. Karşımıza gelen dialog'da, skalalar ile, yeryüzünün istediğimiz parlaklığa ve detay seviyesine sahip olduğundan emin olana kadar oynuyoruz. Buluttaki detay kaybolabilir ve bu şu anda bizi hiç ilgilendirmiyor. Sonuçta bunun gibi bir fotoğraf elde ediyoruz.



Sonra aynı dosyayı bir kere daha açıyoruz. Bu sefer amacımız bulutların olabildiği kadar çok detay edinmesini sağlamak. Yani fotoğrafı karartıyoruz. Elde ettiğimiz fotoğraf bunun gibi bir görünüme sahip oluyor.



Eğer Adobe Camera Raw Converter, sizin fotoğraf makinanızı desteklemiyorsa üzülmeyin. Yukarıdaki iki adımı DPP'de yapın ve sonuçları TIFF uzantılı olacak şekilde kaydedin. TIFF dosya formatı 16-bit bir dosya fortmatı olup kayıpsz bir şekilde veriyi aktarmanızı sağlayacaktır. Bu dosyaları Photoshopda açın. Yalnız boyutu biraz büyüktür o yüzden işiniz bitince bu dosyaları silmeyi unutmayın.

Şu anda Photoshop'da açık iki adet dosyamız var. Şimdi bu dosyalardan herhangi birini seçin ve CTRL-A ya basın. Bu komut fotoğrafın tamamını seçmenize yarayacaktır. CTRL-C'ye basıp fotoğrafı hafızaya kopyaladıktan sonra, öbür resmi seçip CTRL-V'ye basın. Bu hareketle, iki fotoğrafı da üstüste yerleştirmiş olacaksınız.

Yapıştırmış olduğunuz resim, öbür resmi tamamen kapatmış gözükecektir. Şu anda her iki fotoğraf da birer katman(layer) sayılıyor. Bu katmanlara Layers kutusundan (Kapalıysa F7'ye basın) bakabilirsiniz. Kutu sırasında yukarıda olan katman şu anda görünür olan katmanımız. Fakat bizim istediğimiz şey ise iki resmin yavaşça birbirine geçmesi. Bunun için en üstteki katman(layer) seçili iken Layers kutusunun altındaki tuş takımından üçüncüsüne(Add Layer Mask) basıyoruz.



Görünürde bir şey olmamış gibi gözükmesine rağmen layer kutucuğunda en üstteki katmanın yanına beyaz bir kare eklendiğini görürsünüz. Bu kare bu katmanın "maskesi" dir. Bir maske üzerinde beyaz olan her nokta işlem görür. Siyah olan her nokta ise ait olduğ katmanın aynı noktasını transparan yapar. Gri olan nokta ise katmandaki aynı noktayı griliği oranında transparan yapar.

Şimdi sol taraftaki araçlardan gradient tool'u(İkinci grup sağdan üçüncü tuş. Eğer kova gözüküyorsa üzerine basılı tutun ve öbür seçeneği seçin) kullanaracağız. Gradient Tool u seçip fotoğraflar arası geçişin gerçekleşmesini istediğiniz noktaya basın ve basılı tutun. İlk bastığınız nokta yumuşak geçişin başlayacağı nokta olacaktır. Bu noktadan itibaren kürsörü çektiğiniz yöne doğru, çektiğniz çizgi boyutunda, alt taraftaki fotoğrafa doğru yumuşak geçiş yaşanacaktır. Eğer çizgiyi kısa tutarsanız çok sert bir geçiş, eğer çok uzun tutarsanız çok yumuşak bir geçiş olacaktır.

Bu işlemi, sonuçtan memnun olana kadar tekrarlayın. Sonuçta şunun gibi bir şey elde edeceksiniz:



Şu anda bile, ilk haline oranla oldukça etkileyici bir görünümü var. Bu noktadan sonraki hareketimiz bu görüntüyü sabitlemek olacak. Birbirine bir maske ile geçirmiş olduğumuz iki katmanı tam manası ile birleştirmek için, Layers menüsünden Flatten Image seçeneğini seçin. Bu hareketle iki katmanı tek bir katman haline getirmiş oldunuz.

Bu noktadan sonra tonlama dokunuşlarına yönelebiliriz. Photoshop'un Image -> Adjustments menüsündeki Auto Levels ve Auto Contrast araçları basit ve son derece etkili araçlar. Bu araçları kullanmanızı tavsiye ediyorum.

Bir araç daha var ki son derece dikkatli şekilde kullanılmalı. Image -> Adjustments -> Shadows/Highlights. Şu anda elinizdeki fotoğraf çok geniş bir kontrast aralığı içerdiğinden dolayı, bu fotoğrafta bu aracı kullandığınızda gerçekten çok güzel sonuçlara ulaşabilirsiniz. Fakat dikkatli kullanın, aşırı kullanıldığında fotoğrafı doğallığından uzaklaştırır. Tam performans için Show More Options seçeneğini açın. Genel olarak bilmeniz gereken iki şey, Shadow's bölümündeki skalalar gölgelerin parlaklığını, Highlights bölümündeki skalalar ise Parlak bölgelerin koyuluğunu ayarlar.



Ama harbi güzel gözüküyor değil mi? Hani sanki HDR olmuş diyor insan.

Pamukkale'nin son haline ve Denizli'de çektiğim diğer fotoğraflara buradan ulaşabilirsiniz.

Bu yazıda histogramı ve tonlamayı anlatmayı planlıyordum ama böyle bir fotoğraf yakalayınca hemen kullanmak istedim. Bir sonraki yazıya kaldı artık.

Işığınız bol olsun.

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

5 Nisan 2009 Pazar

Az Pişmiş

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

Tüketim toplumunun en manasız eserlerinden biri olan 14 Şubat, aynı zamanda bir çok kampanya ve fırsata da yol açıyor. Biz de bu sene bu fırsatlardan birinden yararlanıp Abant'a gitme kararı almıştık. Makineyi alalı 4 ay olmuştu ve ben hala yeni şeyler öğrenmeye devam ediyordum.

Yolculuğun ilk günü Gölcük ve Aladağ gölü bölgesini gezdikten sonra ikinci gün Abant gölüne gittik. Abant gölünün yarısı donmuş durumdaydı ve her taraf bembeyazdı. Tabii bu durum fotoğraf makinesinin ışık ölçümünü zorlamaktaydı.

Otobüsümüz uygun bir noktaya yanaştıktan sonra, sucuk ekmek yapımı için mangalın hazırlanması gerekmekteydi. Fakat getirilmiş olan mangalda bir sorun vardı. Tur yetkilileri mangalın hazırlanmasının uzun süreceğini, 200m kadar ilerde sıcak bir cafe olduğunu ve orada bekleyebileceğimizi belirttiğinde, Selin ile Burcu'yu cafe'ye yollayıp ve Seyhan ile birlikte Abant gölünün doğal güzelliklerini çekmeye başladık.

Fakat bir sorun vardı. Gri hava ve kar bize son derece soluk ve puslu görüntüler sunuyordu.



İstediğimiz ve özlediğimiz Abant fotoğrafı bu değil tabii ki. Fotoğraftaki otel Taksim International Abant Palace Oteli. Gölün karşı takasından çektiğim bu fotoğraf için standart kit lensim yerine 75-300mm f/4-5.6 lensi kullandım. 110mm odak uzunluğunda, aperatür genişliği f/5, ISO100 hassaslığında, 1/400s enstantane hızı ile elde çekim yaptım.

Fakat bu fotoğrafta bir şansım vardı. Abant'a gitmeden önce 1 GB'lık hafıza kartımın yerine 4 GB'lık kart aldım. Bu sayede çekim alanım bol olduğundan dolayı, en büyük ve en net JPG yerineee.....RAW seçeneğini seçtim.

Bu noktada ufak bir teknik açıklama yapmak istiyorum. Dijital fotoğraf makinelerimizin kaydetmiş olduğu JPG uzantılı fotoğraflar, aslında sensörden direkt kayıt olmuyor. Sensör tarafından toplanan bilgi, fotoğraf makinasının içerisindeki görüntü işleme işlemcisi tarafından bir seri işlemden geçtikten sonra JPG yapısında hafıza kaydına kaydedilir. Malesef fotoğrafın sensörde oluşmasından, karta yazılmasına kadar geçen bu süreç esnasında 3 kademe kaybımız oluyor.

İlk kayıp kullanılan işlemci. Her ne kadar bu iş için özel tasarlanmış bir işlemci olsa da, ufak bir işlemci. Evimizdeki bilgisayarların dual core işlemcileri ile karşılaştırıldığında sönük bile kaldığını söyleyebiliriz. Ayrıca bu işlemcinin çalışmasına izin verilen süre çoook kısa. Bu sürede önce görüntüyü 8-bit'e çevirecek (ikinci kayıp) sonra son görüntünün güzel çıkması için gerekli olan bir kaç makyaj uygulayacak, sonra kartta az yer kaplaması amacıyla JPEG sıkıştırması (Üçüncü kayıp) yapacak en sonunda da karta yazacak.

Halbüki görüntü sensör üzerinde oluştuğunda o kadar çok bilgi var ki. Sensör üzerinde oluşan bilgi 12-14bit. 8 bit'in 16 ila 64 katı çok ton demek bu. Makine üreticileri de bu durumun farkındalar ki bizlere bir seçenek daha bahşetmişler.

RAW olarak çekmek.

RAW kelime karşılığı olarak çiğ demek. Ben az pişmiş demek istiyorum çünkü biz deklanşöre basmadan önce yaptığımız seçimlerle zaten fotoğrafı pişirmeye başlamıştık.
Fotoğraf kalitesi seçeneğini RAW'a getirdiğimizde, sensörde oluşan fotoğraf bilgileri, orjinal hali ile hafıza kartına yazılır. Sonradan bu veriyi biz evimizde, güçlü bilgisayarımız, ve görüntü işleme programlarımız ile açıp, pişirme işlemini tamamlayabiliriz.

Raw dosyaları ile ilgili büyük sorun bu dosyaları açmak için kullanacağınız program. Her fotoğraf makinası modelinin raw veri dizisi farklı olduğu için eski yazılımlarda yeni makinelerin raw dosyalarını açmakta zorlanabilirsiniz. Ben Canon makineler ile birlikte gelen Digital Photo Professional adlı programı kullanıyorum. Fakat diğer yazılımlarda da tahminen benzeri seçenekler vardır.

RAW dosyayı açtığınız zaman bu dosya üzerinde yaptığınız değişiklikler hiç bir zaman dosya üzerine kalıcı olarak yazılmaz. Bütün değişiklikler asılnda etiketler ve parametrelerdir. Yani işi "batırma" şansınız pek yoktur. Başladığınız yere geri dönebilirsiniz. Ayrıca bu fotoğrafları 16-bit veri ile de tonlayabilirsiniz. Gürültü temizleyebilir, lensden dolayı oluşmuş bozulmaları düzeltebilirsiniz.

Eğer daha önce JPG dosyalar ile çalışmışsanız RAW dosya üzerinde çalışmaya başladığınızda şunu farkedeceksiniz: Renk ve ton seviyelerini ayarlarken kayıbınız çok azdır. Parlaklık ve kontrast ayarı yaparken görüntü bir anda gri tonlar ile boğulmaz. Renk dengesini oturtmak çok daha kolay ve değişik renk dengelerinin sonuçları çok daha doğaldır.

Bu kadar laf dökeceğime aslında size yukarıda gördüğünüz fotoğrafın DPP'de açılıp işlendikten sonraki halini göstereyim.



Ciddi fark var değil mi?? DPP'de yaptığım işlem şu:

RAW Tabında: Brightness +0.33, Color Temperature 7700, Contrast 3, Color Tone 0, Color Saturation 4, Sharpness 4.

Bunun dışında Picture style seçeneğinin altındaki histogram görüntüsünde, sol limiti belirten işaretçiyi, renk dağılım grafiğinin başladığı noktaya kadar çektim. Bu müdaheleyi bütün resimlerde yapmanızı tavsiye ediyorum.

RGB Tabı gerçek tonlama ayarlarının yapıldığı nokta. Tonlama konusunda ayrı bir yazı yazmayı düşündüğüm için burada herşeyi anlatmayacağım. Ancak genel bilgi olarak s-tipi bir eğri yaparsanız fotoğrafın kontrastını arttırıp daha canlı bir görüntü kazandırırsınız.

Bunun dışında fotoğrafın alt kısmını kesme ve ufuk çizgisi düzeltmek için çevirme gibi ayarları photoshopda yaptım.

Sonuç olarak RAW çekmekten korkmamak gerekiyor. Evet belki biraz uğraştırıyor ama elde ettiğiniz sonuç genel olarak uğraştığınıza değiyor. Ayrıca bir resme uyguladığınız "Tarif" (recipe)i benzer resimlere uygulamak gibi seçeneğiniz de mevcut. Bu da işinizi oldukça kolaylaştırıyor. Ancak bilin ki her fotoğraf yemeğini mükemmel yapacak bir "baharat" karışımı yok. Her fotoğrafın en ideal ayarını bulmaksa size kalmış.

Bir sonraki yazıda tonlamadan bahsedeceğim. Işığınız bol olsun :)

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

4 Nisan 2009 Cumartesi

Kavak Yelleri

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

D-SLR fotoğraf makineleri pahalı oyuncaklar. Bu makineyi almadan önce kendi kendimize söz vermiştik. "Bu kadar para verdikten sonra bu makine bizim için bir amaç kaynağı olacak ve sadece fotoğraf çekmek için gezmeye çıkacağız." Bu sözümüzü bugün hala yerine getirmeye devam ediyoruz. Fotoğraf çekmek azmiyle arabaya atlayıp değişik yerlere gidiyoruz. Bunu ilk yaptığımız zaman ise fotoğraf makinesini aldıktan 3 hafta sonra oldu.

Ben, Selin ve Seyhan (ve Seyhan'ın yeni Nikon d90'ı) üç kişi Anadolu Kavağı'na gittik. Eğer bu güne kadar gitmediyseniz, güzel bir havada mutlaka ziyaret edin. Yemyeşil ağaçların arasından geçen dar yolların ardından gelen ufak bir sahil kasabası. Bildiğim kadarıyla vapur seferleri de var. Kasabanın yukarısında da Yoros kalesi adlı Cenevizlerden kalma bir kale var. Kaleye çıkıp istanbula baktığınızda ise karşınızda şöyle güzel bir manzara oluyor.



Hoş bir görüntü değil mi? Biz Kasım ayında gittiğimiz için hava bayağı bulutluydu. Açık bir havada daha aydınlık resimler de çekebilirsiniz. Mesela bu fotoğraf 18mm odak uzunluğu ile, f/5.6 aperatür aralığında, ISO-100 hassaslıkta 1/30 saniye pozlama ile çekilmiş. Biraz kasvetli bir görüntü ortaya çıkmış....biraz da puslu.

Manzara resimlerinde genelde amacımız kadrajdaki netliği olabildiğince yüksek tutmaktır. Hem yakındaki hem de uzaktaki objeleri tek karede net bir şekilde çıkarmak hedeflenir. Burada net kelimesini kullanırken sadece keskinlikten değil, renk parlaklığından ve aydınlıktan da bahsediyorum.

Daha önceki bir yazımda makinalarımızın A-Dep modunun hem yakın hem de uazak objeleri netlemek için kullanılabileceğini anlatmıştım. Şimdi anlatacağım parametre ise A-Dep modunu tamamen geçersiz kılacak cinsten bir parametre:

Hiperfokal uzaklık.

Her lensin, belirli bir odak uzunluğu ve aperatür aralığı için, bir "hiperfokal uzaklık" değeri vardır. Bu uzaklıktaki ve bu uzaklığın ardındaki herhangi bir noktaya odakalama yaparsanız, Bu noktadan sizin merceğinize kadar olan mesafenin yarısından itibaren, sonsuz noktasına kadar bütün alan odaklanmış bir şekilde net çıkar. Yakın çekimler için hiperfokal uzaklık değerinin çok bir önemi olmasa da manzara çekimleri için bu değeri bilmek avantaj sağlayacaktır.

Uzun uzun formüllere girmeyeceğim. Şunu bilin yeter: Odak uzunluğu azaldıkça(zoom out) hiperfokal uzaklık noktası da azalır (bize yaklaşır). F/durağı değeri düştükçe(yani aperatür büyüdükçe) hiperfokal uzaklık noktası artar(bizden uzaklaşır).
Yani geniş açı bir lens ile f/8, f/11 gibi değerlerde çekeceğimiz manzara resimlerinde bütün kadrajı bıçak gibi net bulabiliriz. Zaten güzel ve aydınlık havalarda manzara çekimi yaparken makinenizi gönül rahatlığı ile f/8'e ayarlayıp unutabilirsiniz.



Bu grafik http://www.dofmaster.com'dan alınmıştır. Daha ayrıntılı bilgi için bu sayfayı ziyaret edebilirsiniz.

Diğer bir konu ise aydınlık ve renkler. Her ne kadar güzel bir manzara da olsa renkler soluk, hava da puslu gözüküyor. Fakat ben bu fotoğrafı çekerken gözlerimin gördüğü renkler ve hava tam bu şekilde değildi. Bulutlar daha çok detaya sahipti ve sanki yer daha parlaktı.

Aslında benim gözlerimle gördüğüm manzara bile, gerçek manzaranın içerdiği detayı içermiyor. Sonuçta doğada gölgelerdeki detaylar, ve aydınlıktaki detayar son ayrıntısına kadar mevcut. Fakat gözlerimiz gölgeleri daha az siyah veya daha çok siyah yerine bir noktadan sonra düz "siyah" olarak tanımlıyor. Aynı şey beyaz renk için de geçerli.

Fotoğraf makinesi sensörleri bu konuda gözlerimizden çok daha başarısız. Gözlerimiz duruma göre uyum sağğlayabildiği için aydınlıkı bir yere baktığımızda otomaktikman aperatürü (göz bebeği) kısar ve ISO hassaslığını (retina) düşürür. Fotoğraf makinesi de aslında bunu bir noktaya kadar yapabilir. Fakat sayfanın başındaki fotoğrafta olduğu gibi hem gökyüzü hem de gölgeler işin içine girdiğinde, gözlerimiz bir nebze de olsa durumla başa çıkabilirken, fotoğraf makinesi ortalama bir değer göre ışığı ölçer.

Bu noktada kadrajda daha çok gökyüzü varsa gökyüzü detayları ön plana çıkar ve yerdeki detaylar gölgeler içinde kaybolur. Eğer kadrajda daha çok yeryüzü varsa, gökyüzü parlar ve ayrıntılar yok olur.

Her ne kadar polariz filtre, ND gradient filtre gibi lens filtreleri bu tip durumlarda uygun pozlamayı yakalamamıza yardım etse de, yapabileceğimiz bir işlem daha var. Dijital karanlık odada olaya müdahele etmek.

Kullanacağımız program Picasa 3. Google'ın bir programı olan Picasa'yı ücretsiz bir şekilde buradan indirebilirsiniz. Picasa ücretsiz olmasına karşın son derece başarılı bir program. Fotoğraf klasörlerini ekledikten sonra istediğiniz fotoğrafınızı seçip üzerinde oynamalar yapabiliyorsunuz. Mesela yukarıdaki fotoğrafa sadece birkaç müdahele yaptıktan sonra bunu elede edebiliyorsunuz.



Artık daha canlı bir fotoğrafımız var. Yaptığım şeyler sırasıyla şunlar oldu:

Temel ayarlar: Işık Ekle, Otomatik Kontrast
İnce ayarlar: Gölgelendir, Renk ısısı (daha sıcak)
Efektler: Doygunluk, Keskinlik

Picasa, yeni başlayanlar için ideal bir program. Fazla detaylarla uğraşmadan, yüzlerce dolarlık programlara taş çıkaracak kalitede tonlama yapabilirsiniz.

Özellikle bulutlu manzara resimlerinde "Efektler" bölümünün "Dereceli tonlama" seçeneği çok başarılı. Bu seçenek sayesinde fotoğrafın gökyüzü kısmını karartırken, yer kısmını aydınlık bırakabilirsiniz.



Dereceli tonlama sayesinde daha dramatik bir gökyüzüne sahip olabiliyorsunuz. Lensinize takacağınız pahalı bir ND grad filtre de yaklaşık olarak bu sonucu verecekti.

Fotoğraflardaki kontrast seviyesini arttırmak için bir yöntem daha var. High Dynamic Range dediğimiz bu yöntem sayesinde çok daha dramatik sonuçlar elde edebiliyoruz. Buraya bir örnek koyuyorum fakat bu başka bir yazının konusu olacak.



Bir sonraki yazımda manzara resimlerine devam edip Abant gezisinden, RAW'dan ve DPP'den bahsedeceğim.

Işığınız bol olsun.

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

Karlar Düşer

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

Aşağıdaki fotoğrafı kayınpederim çekti. Kullandığı cihaz Nokia 6233. Çok sevdiğim bir fotoğraftır. Cep telefonu kameralarının güzel yanı genelde "o an" da elinizin altında bulunabiliyor olmaları....kötü yanları ise sensörlerinin ufaklığı yüzünden bu fotoğrafta olduğu gibi "karlanma" oluşması.



Gerek kompakt makinelerde, gerekse cep telefonu kameralarında kullanılan sensörler, ufak tip sensörler. Düşük ışıkta yapılan çekimlerde yeterince detayı yakalayabilmek için bu sensörlerin hassasiyeti genellikle otomatikman yükseltilir. Bu hassasiyet yükselmesi sonucunda da fotoğrafta istenmeyen gürültüler oluşur.

Fakat bu gürültü oluşumu sadece bu makinelere özel bir durum değil. Çekim anında fotoğrafın oluştuğu yüzeyin hassasiyeti arttıkça bu tip karlanma oluşumu beklenen bir durum.

Tabi ki her parametre gibi bu ışık hassaslığının da bir birimi var. Filmli makineler için bu birimin adı ASA idi. Dijital makineler için ise bu birimin adı ISO.

Filmli makineler zamanında fotoğrafçılar nasıl çalışıyorlarmış hakkaten aklım sırrım ermiyor. Dijital makinelerin çoğunda artık ISO, takılı olan filmin değiştiremediğiniz bir özelliği değil. Bir kaç tuşa basarak ISO değerini değiştirmeniz mümkün. Hatta çoğu makinenin ışık durumuna göre ISO yu kendi kendine ayarlama özelliği mevcut.

Peki "yaklaşık olarak kaçtır" bu ISO değeri. ISO nun alabileceği bir çok değer var. Film üreticileri zamanında 50 ve binom katları şeklinde bir standard koymuşlar. Yani ASA 50, ASA 100, ASA 200, ASA 400 gibi. Dijital makinelerde ise bu değeri oyuncak gibi değiştirebilliyoruz. Benim makinemde 5 tane değerden birini seçmek zorundayım 100 200 400 800 1600. Diğer makineler daha fazla seçim sunabiliyor.

Tabii ki ISO yu yüksek tutmanın ve düşük tutmanın sonuçları var. Düşük ISO değerinde çektiğiniz fotoğraflar gürültüsüz çıkar. Fakat ışık hassasiyeti az olduğu için enstantane süreniz artar. Yüksek ISO değerlerinde ise enstantane süresi azalır, daha rahat düşük ışıkta fotoğraf çekersiniz, fakat görüntüde karlanma oluşur.

ISO değeri her iki katına çıktığında bir "tam durak" pozlama kazanıyoruz. Örneğin ISO değerini 100'den 400 e çıkardığımızda, enstantane hızını 1/15 saniyeden 1/60 saniyeye veya aperatür aralığını f/4.0 dan f/8.0 a alabiliyoruz. Kompakt makinelerde ISO 400'ün üzeri genelde hiç tatminkar olmayan sonuçlar veriyor. Fakat SLR makineler için durum biraz değişik.

SLR makineler, kompakt makinelere oranla çok büyük sayılabilecek sensörleri sayesinde bu karlanma etkisinden daha az etkilenirler. Aşağıdaki fotoğraf, Selin'in doğumgününde Kanyon Midpoint'de çekilmiş bir fotoğrafım. Fotoğrafı Selin çekti. ISO değeri 1600.



Karlanmayı farkedebildiniz mi? Eğer cevabınız hayır ise biraz daha yaklaşalım.



Şimdi farkediliyor değil mi? SLR makinelerde ISO karlanması gerçekten kompakt makinelere göre çok daha az. Ama amacımız bu makineleri kompaktlara karşılaştırmak değil ve hiç bir zamanda olmadı. Amacımız bu tip resimleri karlanmadan kurtarmak! Sonuçta bu karlanma (ISO grenlenmesi, ISO grain)son derece rahatsız edici bir durum.

Neyse ki dijital çağ sadece makine gövdelerini değil, karanlık odaları da değiştirdi. Bu makinelerde çektiğimiz fotoğrafları bilgisayara aktardıktan sonra yapabileceğimiz bir çok düzenleme mevcut. Bu düzenlemelerin arasında "Noise reduction", yani gürültü azaltma da var. Aşağıdaki fotoğraf benim "gözlerimin" Neat Image adlı program ile gürültüden arındırılmış hali.



Bu tip "gürültü filteleri"'ni kullanırken dikkat etmek lazım. Bilgisayar kendi başına neyin detay, neyin gürültü olduğuna karar verebilmek için değişik algoritmalar kullanıyor. bu algoritmalar her zaman güzel sonuç vermiyor ve aşırı miktarda kullanıldığında detay kaybına yol açıyor.

Tabii ki gürültüden kurtulmanın en güzel yolu daha en başta oluşmamasını sağlamak. Fakat bu her zaman mümkün olmuyor. Bu durumlarda dijital karanlık odamızın bize yardımcı olabileceğni bilmek, insanın içini bir nebze olsa da rahatlatıyor. Bu sayede bu tip güzel fotoğrafları gürültüden arınmış bir şekilde izleyebiliyoruz.



Çok daha güzel, değil mi?

Bir şeyi kesinlikle kabullenmek lazım. Fotoğraf düzenleme programlarının amacı, resmi güzelleştirmek adına doğallığından uzaklaştırmak değil ve hiç bir zaman olmadı. Eğer fotoğraf makinemiz filmli olsa idi karanlık odada bu fotoğrafı kağıda aktarırken zaten güzel görünmesi için elimizden ne geliyorsa yapacaktık. Gerekirse bazı noktaları rötüşleyecektik, renk tonlarını ayarlayacaktık. Bundan sonraki yazılarımda fotoğrafı çekerken yaptıklarımın yanısıra bilgisayar aktardıktan sonra üzerinde yaptığım işlemleri de anlatacağım.

Bir sonraki yazımda yine fotoğraf makinesini ilk aldığım zamanlara dönüp, yaptığımız ilk fotoğraf gezisinden ve manzara çekimlerinden bahsedeceğim.

Işığınız bol olsun.

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

Enstanta...ne?

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->

Fotoğraf makinesini almamın üzerinden 2 ay ve yaklaşık 1000 deklanşör sesi geçtikten sonra, babamın kuzeninin oğlu, minik Arda'cığın doğum günündeyiz. Bu 2 ay boyunca makinemin ne yapabileceği ve ne yapamayacağı hakkında bir fikir sahibi olmuştum. Özellikle İtalya gezisinde farketmiştim ki, açık ve güneşli havalarda süper fotoğraflar çekebilmeme karşın, Roma'nın ve Vatikan'ın muhteşem müzelerinde düşük ışık altında çektiğim fotoğraflar bulanık ve/veya karlı gözüküyordu(ISO grain...bu konu kendi başına bir post gerektiriyor, ayrıca anlatacağım).

Dünya kültürünün şaheseri olan bu değerlerin benim fotoğraflarımda bulanık çıkmalarını hazmedebilirim. Ama Didem Abla ve Önder Ağabey'in şaheseri olan Arda'nın doğumgünü fotoğrafında bulanık çıkmış olmasını gerçekten hazmedemedim.



Bu fotoğraf o gün çektiğim sayısız başarısız fotoğraftan sadece biri...hatta en iyisi. Flaş kullanmak istemedim çünkü uykudan yeni uyanmıştı ve huysuzlanmasını istemiyordum.

Sol dirseğimi koyabileceğim bir tabure vardı. Dirseğimi dayadım. Sol elimin baş ve işaret parmakları ile lensi tutup, sol elimin sol alt köşesi ile fotoğraf makinesinin gövdesini destekledim. Sağ elimle gövdenin sağ tarafını kavrayıp parmağımı yavaşça deklenşöre dokundurdum. Bu arada vizörden Arda'nın kadraja girip girmediğini kontrol ettim. Deklanşörü yarım indirip otomatik odaklamayı gerçekleştirdikten sonra askerdeki atış talimlerini hatırladım.

Askerdeki atış talimlerinden hatırladığım şey, tüfeği doğru şekilde tuttuktan sonra nefesi tamamen verip, vücudun titremesini engelleyip, tetiği düşürmek gerektiğiydi. Fotoğraf çekerken de bu tekniği kullanmam gerektiğini düşündüm. Çünkü vizördeki ilk rakam bana 4 diyordu. Saniyenin 4'de biri yani 0.25 saniye boyunca diyafram açık kalacaktı.

Nefesimi verdim ve yavaşça deklanşörü indirdim. bu kadar uğraşıma rağmen sonuç yine de bulanık çıkmıştı.

Peki çözüm neydi? Sadece benim titremem değil, afacan Arda'cığın hareket etmesi de bubulanıklığa sebep olmuştu. Yani ben istediğim kadar sabit kalayım, Arda hareket ettiği sürece bu fotoğraf istediğim şekilde çıkmayacaktı.

Günün kalanında flaş kullanmaya mecbur kaldım. Güzel bir doğumgününün ardından eve döndüğümüzde fotoğrafı bilgisayara yükledim ve özelliklere baktım:

Odak uzunluğu 31mm, Poz süresi 1/4s, f-durağı 4.5, ISO 400

f-durağı 4.5, lensin bu odak uzunluğunda erişebileceği maksimum aperatür aralığı olduğundan f-durağını daha küçültme imkanım yoktu. ISO'yu daha yükseltmek de istemiyordum. Makineyi aldığımdan beri evimde kendi kendime yaptığım denemelerde bile iyi sonuçlar elde edemiyordum. Işık resmen yetmiyordu. Bu sorundan tek muzdarip olan kişi ben olamazdım. Hemen google'dan araştırmaya başladım...ve şu gerçeği öğrendim:

Daha geniş aperatür oranlı lensler de var!!!

Benim standard kit lensim 18-55 f/3.5-5.6'idi. Fakat diğer lensleri incelediğimde f/2.8, f/2, f/1.8 gibi lenslerin de varlığını gördüm. Sorun kafamda çözülmeye başlamıştı. Daha geniş aperatürlü bir lens alırsam enstantane hızını yükseltebilir, düşük ışıkta çok daha net fotoğraflar çekebilirdim!!

....ve fotoğrafçılık için küçük benim için ise büyük bir adım sayılacak kararı aldım: "Canon EF 50mm f/1.8 II lens alacağım!". Canon'un en ucuz lensi sayılabilecek bu lens sabit odak uzunluklu bir lens. Yani zoom edemiyorsunuz. Tek bir kadrajınız var ve objenizi kadraja sığdırmak için ayaklarınıza güvenmek zorundasınız.

2 hafta sonra EF 50mm f/1.8 işyerinde masamın üzerinde duruyordu. Hızlı bir şekilde fotoğraf makinemin lensini çıkartıp yeni oyunca....lensimi makinaya yerleştirdim. Birşeylerin, birilerinin fotoğrafını çekmeliydim. Ofisdeki ışık seviyesi herhangi bir iç mekanda olacak kadardı. Yerimden fırladım ve ilk gördüğüm kişi olan Ahmet'in hızlı bir şekilde fotoğrafını çektim.



Herhangi bir yerden destek almadım. Sadece ayaktayım, nefes falan da vermedim. Av modunda f-değerini 1.8'e getirip odaklayıp deklanşöre bastım. Ahmet o anda belki bana bir şey söylemeye çalışıyordu. Fakat ne Ahmet'in hareketi ne de benim herhangi br titremem fotoğrafa etki etmemişti. Çünkü enstantane hızı 1/160 olmuştu. Saniyenin 160'da biri süresince açık kalmıştı diyafram. Dar alan derinliği sayesinde Ahmet ön planda kalmış, ofisin arka planı ise yumuşamış ve ilgi çekmez hale gelmişti.

Enstantane hızı ile f-durağı arasındaki ilişkiyi çok kısa bir şekilde anlatıp bu yazımı bitireceğim. Av modunda tekerleği her çevirişinizde f değerini 1/3 "durak" değiştirirsiniz. Her 3 "Tık" da bir "Tam durak" noktalarına gelirsiniz. Bu tam durak değerleri şu şekildedir.

1, 1.4, 2, 2.8, 4, 5.6, 8, 11, 16, 22

Aynı şekilde Enstantane süresi içinde tam duraklar mevcuttur.

1, 2, 4, 8, 15, 30, 60, 120, 250, 500

Aynı ışık ve ISO değeri için, bu durakları referans olarak kullanabilirsiniz. Yani eğer f değeri 4 için fotoğraf makinasının ölçtüğü enstantane değeri 1/4 saniye ise f değeri 1.4 için (3 durak aşağı) enstantane değeri 1/30 (3 durak yukarı) olacaktır.

Hemen laf arasında sıkıştırayım, bu değerlerin karşılıklı hareketlerini görmek için makinanızı P moduna alın ve vizörden bakarken tekerleği çevirin. Enstantane durağı düşerken f durağı yükselecektir. Bu modda otomatik mod sizin için en uygun pozlama ayarlarını seçecek ve siz tekerleği çevirerek aynı ışık miktarı için değişik f/enstantane ikilisiniden istediğinizi seçebileceksiniz. Bu sayede hem otomatik modun rahatlığına hem de alan genişliği seçimine sahip olacaksınız.

Bir sonraki yazıda biraz ISO dan ve dijital çağın karanlık odasından bahsedeceğim.

<-Önceki SayfaSonraki Sayfa->